Bu yazıda 62 yıl önce yitirdiğimiz, kendi deyimiyle nâçiz vücudunun toprak olduğu, fakat fikirlerini ve eserlerini yaşatmaya çalıştığımız ******’ü ******’le yaşayanların ağzından anlatılmak istenmiştir. Tabii ki ******’ü birkaç satırla anlatmanın olanaksızlığı ortadır. Bu nedenle burada sadece onu ****** yapan kişiliğinin bazı özelliklerine ilişkin anılar sunulmuştur. Herkesçe bilindiği gibi ****** deyince aklımıza onun önderlik nitelikleri, yapıcı ve kurucu kişiliği aklımıza geliyor. Önce onun gerek doğal yetenekler ve gerekse kendini bilinçli olarak geleceğe hazırladığı sıralarda kazandığı özellikler açısından bir insanın sahip olabileceği en üstün ve en seçkin niteliklere sahip olduğunu belirtmeliyiz. O doğuştan kazandığı yetenekleri sonradan edindikleriyle birleştirmiş ve genç Mustafa’dan Gazi Mustafa Kemal ******’e ulaşan başarı çizgisini ortaya çıkarmıştır.
Nedir bu özellikler? Daha çocukluk veya ilk gençlik yıllarında kendisine olgun anlamına gelen Kemal adının eklenmesini hatırlayınız. Askeri Rüştiye’de en zor cebir problemlerini çözmesi bu sonucu yaratmıştır.
Mustafa Kemal’in çocukluk arkadaşı ve Ankara eski belediye başkanlarından Asaf İlbay onun kişiliğinin bir yönünü şöyle anlatıyor:
“Evimizin bahçesi büyüktü. Sık sık mahalle arkadaşları toplanır ve o zamanlar Selanik’te pek moda olan Mançık oyununu oynardık. Bu bir nevi birdirbir oyunuydu. Bir kişi eğiliyor ve diğerleri sıra ile üzerinden atlıyordu. (******) oyuna iştirak etmezdi, ama seyrine de bayılırdı. Hele içimizde düşenler filan olursa keyfine payan olmazdı. Bir gün kararlaştırdık. Yaka paça oyuna iştirak ettirdik. Sıra ile hepimizin üzerinden atladı ve sıra kendisine gelince, eğilmeden dimdik durdu ve “Haydi atlayın!” dedi. Biz başını yere doğru eğmesi için ısrar ettikçe O “Ben eğilmem!... Böyle atlarsanız atlayın!” diyordu. O’nu eğilmeye razı edemediğimizi gayet iyi hatırlıyorum. Ömrünün sonuna kadar da eğilmedi.”
Bir oyunda bile eğilmeyen ve “Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir” diyen Mustafa Kemal bu eğilmezliğin Türk milletinin ruhunda da var olduğunu bir çok kez vurgulamıştır.
******’ün uzun süre hizmetinde bulunmuş olan Cemal Granda anlatıyor: Olay İngiltere kralı VIII. Edward’ın ülkemize gelişi sırasında Dolmabahçe Sarayı’nda verilen bir şölende geçmektedir:
“Yemek sırasında hoş mu, yoksa nahoş mu demek gerek, kestiremeyeceğim bir olay geçti. Garsonlardan biri, fazla heyecanlandığı için mi nedir, elindeki porselen tabakla yere yuvarlandı. Sofradakiler utanç içinde önlerine baktıkları anda ****** sanki hiçbir olmamış gibi Kral’a doğru eğilerek ‘Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim’ diyerek hem meseleyi kapattı, hem de ortalığı neşeye boğdu. Garsona da ‘vazifene devam et’ emrini verdi”.
Eğilmez bir kişiliğin yanısıra başarı için gerekli olan başka bir unsur da bütün gücüyle çalışmaktır. Onun kendisini işine nasıl verdiğini, görev aşkını ve sorumluluğunu alışkanlıklarının ve zevklerinin üstünde tuttuğunu yine Granda bir anısında şöyle aktarıyor:
“Çankaya köşkünde Büyük Nutuk’unu hazırlarken kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini hatırlarım. Öyle ki yazı yazmaktan yorulan değişiyor O, binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kâh oturarak kâh ayakta çalışmasını sürdürürdü....
Tarihle uğraştığı sıralarda, ****** içerde çalışıyor, ben kapıda oturmuş bekliyordum. Arasıra uyumamak için banyoya gidip yüzüme su vuruyor, sonra anahtar deliğine gözümü uydurup, bir post üzerine yüzükoyun uzanıp Nutku hazırlayan ******’ü gözetliyordum. Saat sabahın beşine geliyordu. Uykumu dağıtmak için elime bir kitap almıştım. (Ancak) tüm uğraşım boşa gitmiş, şafak sökerken dayanamamış, yorgunluğun etkisi ile uyuyakalmıştım. Bu sırada ****** zile basmış, fakat ben koltukta derin bir uykuya daldığım için uyanamamıştım. Zille uyandıramayınca, kendisi çağırmak zorunda kalmış. Bir de baktım ki, kapıyı aralamış ‘Çelebi!, Çelebi!’ diye sesleniyor. Hemen yerimden fırladım. ...Gayet sakin yüzüme bakarak ‘Bana bir kahve getiriniz’ dedi. (Sonra) ‘Senin tahammülün kalmamış, haydi git yat, arkadaşların gelsin’ dedi. ...Gidip arkadaşları kaldırdım, hizmeti devrettim ve yatmaya gittim. Akşam nöbeti sırası yine bana gelmişti. Üçüncü gecedir ki ****** gözünü kırpmıyordu. Notlarının arasına gömülmüştü. Yerler tarih kitaplarıyla doluydu. Sadece duş yapıyor, kurulanıp tekrar odaya kapanıyordu. Yemeği bile kütüphaneye getiriyorduk.
******’ün hiç uyumadan üç gün durabildiğini de görmüş, gözlerime inanamamıştım. Cephede değildik, savaş da yoktu. Uykusuzluğunu gerektirecek önemli bir olayla da karşı karşıya bulunmuyorduk. Fakat o bir işe, ama ciddi bir işe başladı mı, onun sonunun geldiğini görmeden asla rahat etmezdi”.
Onu ****** yapan başka bir özelliği de korkusuzluğu ve cesaretiydi. Çanakkale’de Mustafa Kemal Paşa ile birlikte bulunmuş Mahmut Yesari anlatıyor:
“O sipere bir salona giren erkân-ı harb zabiti gibi girdi. Ve sıçan yollarında ona yol gösterdiğim oldu. Ben ona yol gösterirken günlerden değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum. Fakat O boyunun uzunluğuna rağmen, ayaklarının ucuna basarak doğrulur, siperlerin üzerinden düşman siperlerine bakardı.
Düşman siperlerine bakmak... Bu hiç kolay değildi. Düşman ateşten hiç göz açtırmazdı. O bu göz açtırmayan ateşe gözlerini kırpmadan bakardı.”
O’nun bir diğer özelliği insanları iyi tanıması ve kimi nerede nasıl görevlendireceğini çok iyi bilmesiydi. Banoğlu, Mustafa Kemal’in Lozan’a İsmet Paşa’yı gönderme kararını verirken şunu söylediğini belirtiyor:
“Siz İsmet Paşa’yı tanımıyorsunuz. Çünkü ömrü cephede geçti. Ankara’da pek az müddetle kaldı. Tanımaya vakit ve imkan bulamadınız. Bu adam zekidir, müdebbirdir. Bilhassa ileriyi görüş ve tedkik hassası kuvvetlidir. Mesela içinizden birini şu masayı devirmeye memur etsem; iki, üç nihayet dört şekilde devirebilir. Halbuki İsmet Paşa bunu sekiz on şekilde devirmek iktidarına maliktir.”
Bir başka örnek de Refet Paşa’yı tercih edişi ile ilgilidir:
“Birinci Meclis’in kuruluşundan kısa bir süre önce asilerin Nallıhan’da kaymakamı balta ile kestikten sonra, Ankara üzerine yürüyecekleri işitilmişti. Meclis azaları Mustafa Kemal Paşa’ya başvurdular. O da bilatereddüt ‘Refet Bey’i (Paşa) gönderelim. Başka çaremiz yok. Bu işin hakkından ancak o gelebilir’ dedi. Hiç unutmam, Refet Bey atına binerek arkasında Bursalı Hüsnü Başçavuş isminde askerle Nallıhan istikametine yollandı. Hepimiz müthiş bir heyecan ve korku içinde tereddütlerle Refet Bey’i uğurladık. Gitti.... Hayret edilecek bir suretle isyanı bastırdı ve arkasında muhtelif topçu ve süvari kuvvetleriyle Ankara’ya döndü”.
Yine ******’ün emrindeki kumandanları ne kadar iyi tanıdığını ve doğru değerlendirdiğini Yakup Kadri şöyle anlatıyor:
“Kütahya ve Eskişehir muharebeleri sonrası orduların Sakarya’nın doğusuna geri çekilmesi sırasında ******’ün karargahındayız:
****** ...elini haritasının bir noktasına uzattı ve ‘Şu dakikada gözümü kapayınca bütün cephe arkadaşlarının ne yaptıklarını, ne halde olduklarını görür gibi oluyorum. Mesela (........) Kumandanı (........) Bey hesapça ancak (........) köyüne varmış olacak ve varır varmaz mutlaka köyün en rahat evini buldurmuş, hazırlatmış, seyyar karyolası üzerinde hab-ı gaflete [uykuya] dalmıştır. İster misiniz bunun böyle olduğunu isbat edeyim?’. Zile bastı. ‘Çocuğum bana derhal (........) fırka kumandanını bulur musunuz?’. Aradan bir süre geçtikten sonra haber geliyor: ‘Efendim (........) Fırka Kumandanı (.........) Bey (......) Köyünde istirahatteymişler. Telgraf memuru ‘Uyandıralım mı?’ diye soruyor’. Mustafa Kemal kısık ve küçük bir kahkaha salıverdi. ‘Hay ben size demedim mi!... Bak bak. Şimdi bana (........) Kumandanı (........) Bey’i arayınız’. Ve bize dönerek gözünü kırptı. ‘Bulamayacaklar!. O dediğim mevkiide bir an evvel yerleşmek için doludizgin yürüyordur. Sakın kehanet tasladığıma hükmetmeyiniz. Bütün bu tahminler gayet basit hesaplara müstenittir.’ Biraz sonra telgraf zabiti içeri girip de (......) Kumandanının bulunmadığını söyleyince neşemiz bir kat daha arttı.”
Anılardan taşan bu seçkin kişiliğin yanında ****** sade ve alçakgönüllü bir insandır. Nazi yönetiminden kaçarak ****** Türkiyesi’ne sığınan Yahudi bilim adamlarından Curt Coswig ondört yaşındaki kızı ile Boğaz’da dolaşırken ****** ile karşılaşır:
“Birdenbire nerdeyse yürüyen üstü açık bir arabanın bize yaklaştığını gördük. Küçük kızım bir çığlık atarak parmağı ile arabanın içinde oturanlardan birini gösterdi: ‘İşte bak ******!..’ ****** bunu duymuş ve kızımın el hareketini görmüş olmalıydı. Arabası yavaş yavaş ilerlerken o da bize el salladı. Şu kıyaslamayı yapmak zorunda hissettim: Demek ki yeni Türkiye’nin yaratıcısı, hiç koruma gereksinimi duymadan davranabilen ve salt insancıl bir duyguyla, küçük bir kıza el sallayabilen bu adamdı. Almanya’yı mahveden adam ise, asla, böyle herhangi biri olarak görünmedi...”
Bütün başarılarına ve başarılarının yarattığı erişilmezliğe karşın yaptıklarını mensubu olmaktan gurur duyduğu ulusuna mal etmiştir. Yine Yakup Kadri anlatıyor:
“O’na ilk tarih merakını veren İngiliz yazarı Wells’in ma’ruf eserinde Atilla’ya atfolunan bir söz vardır: ‘Ben sizin gibi zengin ve hanedan kişilerden değilim, fakat asil bir millettenim.’ Wells, Türk serdarının Batı Roma’yı fethettiği zaman, tantanalı bir alay ve şatafatlı bir kıyafetle karşısına çıkan bir Romalı Patricien’e böyle söylediğini rivayet eder. ****** ömrünün sonuna kadar bu fıkrayı ve bu sözü tekrar etmekten zevk duyardı. Sonradan yavaş yavaş bu söz onun ağzından ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ hitabı şeklini almıştır.”
Görüldüğü gibi o kendi kişiliğinde Türk ulusunun kişiliğini temsil ettiğini vurgulamaktadır. Gerçekten de O bütün yaşamını, isteklerini, ihtiraslarını Türk ulusunun var olmasına ve güçlenmesine adamıştır. 1914’te bir arkadaşına yazdığı mektupta şöyle diyor:
“Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri. Fakat bu ihtiraslar, yüksek mevkiiler işgal eymek veye büyük paralar elde etmek gibi maddi emellerin tatminine taalluk etmiyor.
Ben bu ihtiraslarımın gerçekleşmesini vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da liyakatle ifa edilmiş bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başarısında arıyoru. Bütün hayatımın prensibi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar muhafaza edeceğim”.
O’nun ulusuyla bütünleşmesinin en tipik göstergelerindeb birisi de şu kısa öyküde izlenebilir:
“Cumhuriyetin onikinci yıldönümü için bir sıra dövizler (afişler) hazırlanmıştı. Bunlar içinde şöyleleri de vardı: ‘****** Bu Milletin En Yücesidir’, ‘****** Bizim En Büyüğümüzdür’, ‘Türk Milleti Asırlardır Bağrındanbir Mustafa Kemal Çıkardı’.
Mustafa Kemal bu listeyi dikkatle gözden geçirdi. Bunlar ve bunlara benzeyenleri çizdi. Hepsinin yerine şunu yazdı: ‘****** Bizden Biridir’.
Herhalde ölümünün 62. Yılında da gururla söyleyebileceğimiz tek şey budur:
****** bizden biridir.
Huzur içinde yatsın.