Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaGaleriAramaLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Hazreti Ibrahim Haliilullah

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
KaCaK
Site Yöneticisi
Site Yöneticisi
KaCaK


Mesaj Sayısı : 476
Yaş : 31
Nerden : Sivasspor
Kayıt tarihi : 04/06/07

Hazreti Ibrahim Haliilullah Empty
MesajKonu: Hazreti Ibrahim Haliilullah   Hazreti Ibrahim Haliilullah Icon_minitimePerş. Haz. 07, 2007 12:10 pm

İbrahim aleyhisselâm Allahü Teâlâ'ya aşırı muhabbeti ve O'nun rızâ ve muhabbetini celbeden ibâdetler ve taâtlerde bulunması sebebiyle, bu peygamberini halis bir dost ittihaz ederek kendisine ilâhî sırlarını vâkıf kılarak ikram buyurmuştur, işte bu sebepten dolayı Hazreti ibrahim'e «Halîlullah = Allah'ın dostu» unvanı ihsan edilmiştir.
Hazreti ibrahim bir defasında ölüm Meleği Azrail aleyhisselâm ile karşılaştığında:
— Rabbim beni niçin halîl ve dost edindi? diye sordu da Melekül Mevt:
— Sen insanlara ihsanda bulunursan da onlardan bir şey istemezsin! şeklinde cevap vermiştir.
Hazreti ibrahim'in, nesebi,Nuh aleyhisselâmın oğlu Şam'a dayanır. Babasının asıl ismi de Târih idi. Nemrud tarafından puthânesine nâar tayin edildiği zaman Târih adını Âzer'e çevirmiştir ki, Azer puthânesindeki putlardan birisinin adı idi.
Nuh aleyhisselâmın vefatı ile Hazreti ibrahim arasında Peygamber olarak Hazreti Hûd ile Hazreti Salih vardır. Bu arada fasıla da bin yüz kırk üç senedir. Hazreti Hûd ile Hazreti ibrahim arasında da altı yüz otuz yıllık bir fasıla olduğu bildirilmiştir.
Hazreti ibrahim'in doğumu Nemrud İbni Kenan'ın hükümdarlığı zamanına rastlar ki, doğum yeri de sonradan ateşe atıldığı ve Nemrud'un saltanat merkezi olan Bâbil şehridir.
Hazreti ibrahim'in künyesi «Ebü'l-Edyâf = Konuklar babası» dır. Çünkü ibrahim aleyhisselâmın evi yol uğrağı bir yerde bulunduğundan her gelen misafire ikram edilirmiş. Bu sebeple kendisine bu künye verilmiştir.
İbrahim aleyhisselâm seksen yaşında olduğu halde Şam mülhakatında Kaddum köyünde kendi kendini sünnet etmiştir. Hazreti ibrahim sünnet olunca hitan, zürriyeti için imtisali icab eden sünnet olmuştur. Bütün israil Oğulları arasında carî olan Tevrat'ın hükmü de böyle idi. Hazreti Isa zamanına kadar hitan sünneti böyle devam edip gelmiştir. Daha sonra Hıristiyanlardân bir taife Tevrat'ın bu hükmünü bozmuşlar ve:
— Hitan, kalbin perdesini atmaktır, şeklindeki hezeyanlarıyla bu kadim sünneti terk etmişlerdir.
Hazreti ibrahim kavmini, en sihirbaz ve müneccim olan Bâbil halkını, yıldızlar adına diktikleri putlara tapmaktan alıkoyarak Allah'ın birliğine davet ettiği halde bir türlü tesirini göstermemişti. Nihayet bunların putlarına bir oyun oynamak ve kavmini canlı bir şahid ve onları cevapsız bırakacak bir delil ile karşılamak istedi.
Bâbil halkı bir bayram vesilesiyle ve mutad olduğu üzere hazırladıkları bayram yemeklerini mâbedlerine götürüp putların önüne sıralamışlardı. Bu yemekleri mâbed dışında bayram merasiminden sonra gelip yemek âdet idi. Bu defa da yemekleri bırakıp gidiyorlardı.
İbrahim aleyhisselâm yolda kavminin âdetince yıldızlara bir bakış baktı ve:
— Şimdi ben hakikaten hastayım, vebaya tutuldum, dedi. Bunun üzerine yanındakiler ondan yüz çevirerek arkalarına dönüp kaçıverdiler. Hazreti İbrahim de:
— Allah'a yemin ederim ki, siz dönüp gittikten sonra ben de, putlarınıza elbette bir oyun oynayacağım, dedi ve gizlice bir yol ile kavminin putlarının yanına vardı.
Putlara hitaben:
— Haydi buyurunuz, şu yemekleri yemez misiniz? Neden bana cevap vermiyorsunuz? diye alay ettikten sonra şiddetle bir vuruş vurdu ve putları paramparça etti.
Mümkün ki, kendisine müracaat ederler diye putların büyüğünü hali üzere bıraktı ve baltayı bunun omzuna astı. Müşrikler koşarak mabetlerine geldiler:
— Bu fenalığı ilâhlarımıza kim yapmış? Kim yaptıysa muhakkak o, zalimlerden birisidir, diye soruşturdular.
Hazreti ibrahim'in «Bu putlara bir oyun oynayacağım» dediğini duyanlar: — Bu delikanlının putları kötü şekilde andığını işittik, ona ibrahim deniliyor, dediler.
Bunun üzerine müşrikler:
— Haydi şunu yakalayıp halkın gözü önüne getiriniz bakalım. Olabilir ki, halk şahidlik ederler, dediler.
ibrahim Aleyhisselâm getirildiği zaman:
— Ey ibrahim! Bizim ilâhlarımıza bu hakareti sen mi yaptın? diye sordular.
O da:
— Onların şu omuzu baltalı büyüğü "cüce putlara niçin tapılıyor?" diye kızarak yapmıştır. Hele bir kere şu yerde serili duran küçük putlara soralım; eğer dile gelir, cevap verirlerse doğrusunu öğrenmiş olursunuz? dedi.
Nihayet müşrikler vicdanlarına müracaat ettiler de biribirlerine:
— Doğrusu siz haksızsınız! dediler. Sonra başları aşağı getirildi de:
— Sen hakikaten bilirsin ki, bu nesneler söz söyleyemez, diye itirafta bulundular.
İbrahim Aleyhisselâm:
— O halde siz Allah'dan başka size hiç bir faydası dokunmayan, zarara da giremeyecek olan şu putlara mı tapıyorsunuz? Of size ve Allah'dan başka taptıklarınıza!.. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? dedi.
Bütün bu olanlar Nemrud'a kadar bildirildi ve saray erkânı halka hitaben: ,
— Siz bir iş görmek istiyorsanız, bu adamı yakınız da ilâhlarınızın öcünü alınız! dediler. Hakikaten ateşe attılar Allahü Tealâ da ateşe:
— Ey ateş, ibrahim'e serin ve selâmet ol! buyurdu.
Müşrikler Hazreti İbrahim'e zarar vermek istemişlerdi. Allahü Teâlâ da kendilerini hüsrana ve ziyana düşürdü. Ve ibrahim Aleyhisselâm'ı ateşten kurtardı. Kardeşinin oğlu Lût Aleyhisselâm ile beraber İrak'tan âlemlere mübarek kılınan toprak olan Şam'a gönderildi.
İbrahim Aleyhisselâm genç yaşta babasının ve kavminin tapındığı putlara karşı mücadeleye başlamıştı. Onları bu bâtıl ibâdetlerinden vazgeçirmeye çalışıyordu. Bir gün babası Azer'e:
— Sen putları bir sürü ilâh mı kabul ediyorsun? Muhakkak ben seni ve kavmini açık bir dalâlet içerisinde görüyorum, demişti-. Ruh sahibi olan insanın gerek beşer timsali olsun ve gerek yıldızlar ve melekler timsali farz edilsin, cansız putlara alçalması ve ibâdette bulunması ne açık bir sapıklıktır ki, Hazreti İbrahim bunu babası Azer'den başlayarak kavminin yüzüne vurmaktan ve onları irşad etmekten çekinmemişti..
Çünkü Allahü Teâlâ arz ve semâların saltanatını, yıldızları, ay ve güneşi gözüne açık bir gösterişle gösteriyor ve bütün âlemin her türlü heyetiyle bir mülk, saltanata tabî bir memleket olduğunu ve bu memleketi zabt ve idare eden hükümranlık sırlarını ve hakimiyet kanunlarını onun kalbine bildiriyordu.
İşte Hazreti ibrahim'e bunlar, yakîn bulan, tam kanâate eren kimselerden olması için Allahü Teâlâ tarafından ihsan olunuyordu. Binaenaleyh Hazreti ibrahim vaktâ ki gece bütün zulmetiyle başına çöküp ortalığı karanlığa boğdu, o zaman seyyarelerden parlak bir yıldız görerek:
—— Bu benim Rabbim ha!, dedi.
Böylece ilk önce bir yıldızın bir insanı terbiye edebileceğine ihtimal vermeyerek etrafındakilere bir tariz yaptı. Çok sürmeden o yıldız kaybolup batınca:
— Ben batanları, kaybolanları sevmem, dedi.
Bununla evvelâ Rabblik ve kullukta muhabbetin temel nokta olduğunu, fakat hareket ve batışın tesir için delîl değil yaratılış, teessür, mahkûmiyet, hadîs olma ve fena bulma bakımından delîl olduğunu, bu itibarla da kaybolan bir şeyin Rabb olmayacağını ve kaybolan bir şeye muhabbet etmenin sonu boş çıkacak bir dalâlet olduğunu ve Rabbin bunda müessir ve bunu hareket ettiren, zeval bulmaktan münezzeh olan bir yaratıcı kudret olması lâzım geldiğini anlattığı gibi, hususiyle kaybolmuş ve batışa dikkat nazarlarını çekmekle yıldızların batışından dolayı onların yerine putları ikâme edenlerin sapıklıklarını ve tenakuzlarını da göstermiş oldu. Çünkü kayboluşlarından dolayı asıllarının kâfi olmadığını kabul ettikleri halde, o kaybolanların bir san'at eseri olarak yapılan suretlerine itibar etmek ne büyük tenakuzdur.
Bunu takiben vaktâ ki, Ay'ı doğarken gördü ve aynı mânâ ile:
— Bu benim Rabbim ha!., dedi.
Bu da kaybolunca hem Rabbine olan kamîl kanâatini izhar ederek: «işte bu benim Rabbim ha!» sözlerinin onu kabul şeklinde olmayıp inkâr ve aksini söyleyenleri susturucu olduğunu anlatmak, hem de her an Rabbine olan ihtiyacını itiraf ve hidâyetine şükretmek için dedi ki:
— Hiç şüphe yok, Rabbim- bana hidâyet etmese ben de her'halde o sapıklar güruhundan olacaktım. Zira bütün mesele ruh ve cismin, enfüs ve afakin birleştiği bir nazar içinde tecellî eden bir idrâk hissine dayanıyor, bu görüş ve gösteriş olmaz veya fâniyi baki sanmak gibi bir isabetsizlik oluverirse dalâlet kaçınılmazdır. Ve birden bire Ay'a güzellik ve cazibesine kapılıvermemek de hayli müşkil. Binaenaleyh doğru ve isabetli olan, âtıl ve idrâki bahşeden Allahü Teâlâ'nın bir tevbe ve hidayet nuru olmasa, zulmet içerisindeki insanlık Ay'a da tapacak, yıldıza da tapacak, puta da tapacak.
Bundan sonra ne zaman ki, Hazreti ibrahim Güneş'i doğarken gördü ve üzerindeki karanlığıyla tamamen açılıp gündüzün sabahına erdi:
— Bu benim Rabbim hah. Bu hepsinden büyük!., dedi. Ve boylece daha büyük bir tariz yaptı. Sonra -bu da batınca:
— Her halde ben, sizin Rabbime ortak koştuğunuz şeylerden beriyim. Ben tertemiz bir muvahhid olarak bütün varlığımla yüzümü bütün muhtevasıyla şu Semâlar ve Arz'ı yaratan şânı yüce Zâta çevirdim. Ben Allah'a şirk koşanlardan değilim, dedi. Evvel de âhir müşriklere hiç iştirak etmediğini tasrih ederek tevhide olan tam kanâatini ilân ve muvahhidliğini isbat ve ikrar eyledi.
Hazreti İbrahim'in kavmi de kendisine karşı mücadele ve onu hafife almaya çalışarak delîl gösterme yanlışına kalkıştılar, galebe çalmak fikrine saplandılar. Cevaben ibrahim Aleyhisselâm onların kavlî ve fiilî kavga ve tehditlerini de hafife alarak ve yukarıdaki delillerle ilâhlık ve kulluk hükümlerini beyan ederek tam galibiyetini sağlayan şu delille dedi ki:
— Siz bana Allah hakkında delil getirmeye mi kalkışıyorsunuz? Halbuki O, bana hakikati doğrudan doğruya gösterdi Sizin ona ortak koştuğunuz şeylerden ise ben, hiç bir zaman korkmam, Rabbim dilemedikçe onlar bana hiç bir şey yapamaz, Rabbim her şeyi ilmiyle ihata buyurdu, artık bir düşünmez misiniz? Hem nasıl olur da ben sizin ortak koştuklarınızdan korkarım; baksanıza, siz, Allah'ın hiç bir delîl indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz? Şu halde korkudan emîn olmaya iki taraftan hangisi daha lâyık? Eğer bilecekseniz, îmân edip de imânlarını bir haksızlıkla hileli-şekilde örtmeyen kimseler işte korkudan emîn olmak onların hakkıdır ve hidâyete erenler onlardır!.
Allahü Teâlâ, ibrahim Aleyhisselâm'ı halim bir oğul ile müjdelemişti ki, bu uslu oğul Hazreti ismail'dir, ismail Aleyhisselâm babasının yanında koşmak, çalışmak çağına erdiği zaman, Hazreti İbrahim ona Allah için yapılacak bir amel, bir tâat göstermek üzere:
— Ey yavrum! dedi, ben seni düşümde görüyorum ki, ben seni boğazlıyorum. Artık bak, ne görürsün, buna ne dersin, ne reyde bulunursun, diye söyledi.
Hazreti İbrahim, bu rüyayı Zilhicce ayının sekizinci, dokuzuncu, onuncu yâni Terviye, Arefe, Nahir geceleri sıra ile üç gece görmüştü. Peygamberlerin rüyası vahiy, tabirleri de vahiy olduğundan Hazreti ibrahim böyle görmüş ve böyle tâbir etmiş ve binaenaleyh böyle Vahiy almış olmakla bu, yerine getirilmesi vâcib bir hak emir olmuş oluyordu. Bunun üzerine onu zorla yerine getirmeye kalkışmayıp önce icra şeklini müşavere etmek üzere böyle reyini sorarak tebliğ eyledi ki, bununla ilk önce onun itaat ve bağlılık ile ecir ve sevaba erişmesini sağlamak istedi.
Düşünmeli ki bunu söylerken «ey yavrucuğum!» diye hitâb eden bir babanın kalbinde ne yüksek bir Şefkat hissi çarpıyor ve ona ne kadar büyük bir vazife aşkı, Allah sevgisi hâkim bulunuyordu. Düşünmeli ve duymalı ki, bu ne büyük bir âfet, ne dehşetli bir ilâhî imtihan idi.
İşte bunun böyle bir ilâhî emir olduğunu anlayan ve Allah'ın sabredenlerle beraber olduğunu bilen o halim oğul:
— Ey babacığım!'dedi. Ne ile emrolunuyorsan yap. Beni inşaallah sabredenlerden bulacaksın.
Böyle ikisi de Allahü Teâlâ'nın emrine nefislerini teslim ettikleri zaman Hazreti İbrahim, oğlu İsmail Aleyhisselâm'ı tuttu şakağına yatırdı.
Bunun üzerine Allahü Teâlâ ona şöyle nida etti:
— Ey ibrahim, rü'yâyı gerçekten tasdik eyledin, sadâkatle yerine getirdin, gördüğün gibi inandın ve azim ve sadâketle yerine getirdin.
Allahü Teâlâ böyle nida edince, ne büyük bayram, ne tarife sığmaz bir neşe ve sevinç hâsıl olduğunu izaha hacet yoktur. Zira Allahü Teâlâ muhsinlere böyle mükâfat verir. Şüphesiz ki, Hazreti İbrahim'in bu oğlunu kurban etmesi iği, elbette açık bir imtihandır. Bu imtihan Hazreti İbrahim ve oğlunun en yüksek ihsan mertebesinde bulunan muhsinlerden olduğuna hiç şüpheye mahal bırakmaz. Onun için onların o ihsanlarını Allahü Teâlâ da mükâfat ile karşılayarak öyle nida etti ve ona büyük bir kurbanlık fidye de verdi. Çünkü ibrahim Aleyhisselâm bir oğlu olursa bunu Allah yolunda kurban edeceğini nezretmişti. Bu nezrini sonra unutmuş, rüya bunu kendisine hatırlatmıştı. Onun için nida olunduğu zaman rüya tahakkuk ettirilmiş olmakla beraber nezir yerini bulmamış olduğundan bu fidye onu böyle nesih suretiyle tamamlamış ve ayrıca bir nimet olmuştur. Hazreti îbrahime fidye olarak gönderilen bu büyük kurbanın Cennetten gelme, beyaz veya alaca renkli, iri gözlü bir koç olduğu rivayet edilmiştir.
İbn-i Abbas radıyallahü anh'den rivayet edilen bir Hadîs-i Şerifinde Peygamberimiz Aleyhisselâm şöyle buyurmaktadır:
Kadınların uzun etekli elbise kullanmaları İsmail'in anası Hâcer tarafından konulmuş bir âdettir. Hâcer, ortağı Sâre'den izini gizlemek için uzun eteklik giymiş idi. İbrahim Hâcer ile evlenip ismail doğduktan sonra emzirmekte olduğu bu oğluyla birlikte Sâre'nin taarruzundan korunmak için Şam'dan çıkıp Mekke'ye geldi. Nihayet Hâcer ile ismail'i Mescid-i Haram'ın bugün bulunduğu yerin ve Mescidin yüksek bir mahallindeki Zemzem kuyusunun yukarısında büyük bir ağacın yanına bıraktı. O tarihte Mekke'de hiç bir kimse yoktu. Hattâ içecek su da yoktu, işte İbrahim bu ana ve oğulu buraya bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu meşin bir dağarcık, içi su dolu bir kırba bıraktı. Sonra İbrahim kendi Şam'a gitmek üzere döndü, İsmail'in anası Hâcer de peşi sıra onu takip ederek:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://forumcular.hareketforum.net
 
Hazreti Ibrahim Haliilullah
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: DİNİ BÖLÜM :: Dini Hikayeler & Resimler-
Buraya geçin: